Psikosomatik Tıp Alanına Bir Bakış,
Baş Ağrımın Nedeni, Reddettiğim Duygularım
Olmasın?
HAZIRLAYAN: DR. S. BAŞAK SOYLUOĞLU
Kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Her şeye,
her duruma hazırlıklı olanlardan mısınız? Her güçlüğü
yüklenenlerden mi? Her şeyi içine atanlardan? İçi yananlardan?
Ne olursa olsun hiç ağlamayanlardan? Hedefinden kesinlikle
dönmeyip, inatla direnenlerden mi? Sürekli bir şeylerle
uğraşanlardan mısınız? Hep önemli işleri olanlardan?
Bekleyemeyen-lerden, her şeyin hemen olmasını isteyenlerden?
Keşke gün 24 yerine 28 saat olsaydı deyip, zamansızlıktan
yakınanlardan mısınız? Dağınıklığa, kuralsızlığa hiç mi tahammül
edemezsiniz? Temizlik hastası mısınız yoksa? İstemeye istemeye
her türlü yükümlülüğün altına girenlerden ya da hiç bir
yükümlülük altına giremeyenlerden mi? Çevrenizden sizin için;
her güçlüğün üstesinden gelir, olağanüstü bir kişidir sözlerini
sık sık duymak mümkün müdür? Sizin göbek adınız; nedir? Hangi
tanımlama size uyar? Titiz, takıntılı, hassas, kendi işini kendi
yapan, çalışkan, tembel, katı, lakayt, sinirli, dakik,
koşuşturan?

Peki ya
hastalıklar? Kimi zaman birbirinden farklı, kimi zaman da hep
aynı bedensel şikayet sizin hayatınızı, yaşam kalitenizi bozuyor
mu? Baş ağrısı, migren, kas ağrıları, uyku bozuklukları,
boyun-omuz ağrıları, kas spazmları, diş gıcırdatma, tikler,
bozuk bir postür, artirit, mide yanması, hazımsızlık, kusmalar,
yememe, aşırı yeme, obezite, hazımsızlık, ülser, kolit, aşırı
gaz, kabızlık, ishal, astım, alerji, ürtiker… Bazen hafif,
bazen de son derece güçlü belirtiler, ama hepsi de dikkat ve
ilgi çekmeye çalışıp, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun
uyarıcı sinyalleri.

Pek çok
hastanın yıllar boyu “bedensel” şikayetleri için bir çare
bulamadıklarını, doktor, doktor dolaştığını, uygulanan tedaviyle
tam bir sonuç alamadığını, doktorların da bazen “Yapacak bir
şey yok, bu hastalıkla yaşamayı öğreneceksin, stresi bir kenara
at, bazı şeyleri kafana takma, gez eğlen.” dediklerini
duymuşuzdur, belki siz de aynı şeyleri yaşadınız ya da halen
yaşamaktasınız.

Yukarıda
yazılanlarda kendinizden bir parça mı buldunuz? Ama özellikle
bir ya da bir kaçı tam da sizi mi tanımlıyor? Aslında bu iki
başlık birbirinden bağımsızmış gibi gördüğümüz, bununla beraber
son derece birbirinin içinde olup birbirini etkileyen bir
bütünün bileşenleri. Eski Yunan felsefesinden beri ruh ve zihnin
bedene olan etkisi bilinmekte. Bir söyleşide Platon baş ağrısı
olan bir gençle Sokrat’ın konuş- masını şöyle aktarmıştır;
“Eğer gözlerinin iyi olmasını istiyorsan başının, başının iyi
olmasını istiyorsan tüm bedeninin, bedeninin de iyi olmasını
istiyorsan, bedeninle beraber ruhunun da tedavisi gerekir.”
Psikosomatik tıp kavramı 19. yy, başlarında ortaya atılmış ve
ilk kez 1818 yılında Heinroth tarafından kullanılmış. Novalis
beden-ruh-zihin kavramlarından oluşan tanımı daha da
genişleterek, insanın çevre ile de sıkı bir ilişki içinde
bulunduğunu vurgulamış.

Bir
doktor olarak çalışma yaşantım boyunca ben de yıllarca bazı
hastalıklarla ne yapacağımı bilemez olmuştum. İlaçlarla bir süre
baskılanıp, bir süre sonra yeniden karşıma çıkan pek çok “nedeni
bilinmeyen” ya da “stres” kaynaklı “psikosomatik” hastalık
olduğunu görüp bu tip hastalıklarda elimin kolumun bağlandığını
düşünürdüm. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre hastayı,
“ruhsal, bedensel, zihinsel ve sosyal” bir varlık olan kabul
ettiğimizi söylerken bile biz doktorların insanı; ”ruhsal”,
“bedensel”, “zihinsel” “sosyal” gibi farklı parçalara ayırarak
“hasta olan parçayı” iyileştirmeye çabaladığımızı son yıllarda
daha yakından fark eder oldum.

İnsanı
anlama çabalarımı sürdürürken kişiyi duygu, düşünce, davranış,
zihin-ruh-beden-çevre gibi parçalara ayırıp sorunları anlama ve
çözme çabalarının sadece tıpta değil, psikoloji ve psikoterapi
alanında olması bana çok da tanıdık geldi. Ne yazık ki modern
çağın gereklilikleri bizlere suni olarak bedeni ve zihni
ayırmayı öğretiyor. Eğitim sistemlerimiz ve programlarımız bize
sorunlarla uğraşmada tek geçerli alanın zihin olduğunu söylüyor,
doğal olarak bu bakış açısı terapi alanına da yansıyor. Terapi
ekollerine göre, kimi zaman sadece düşünceler, bir başkasında
davranışlar, bir diğerinde ise duygular ele alınarak sorunlar
çözülmeye çalışılıyor.

Görüyoruz
ki; günümüzde stres yaşayan pek çok insan sıklıkla rahatsız
edici beden deneyimlerinden kurtulmayı istiyor. Bu kişiler
anksiyetelerine eşlik eden nefessizlik ve güçlü nabızdan
kurtulmaya çalışıyor, öfke nöbetlerinin ve korku duyumlarının
ortadan kalkmasını, gergin kasların verdiği sıkıntı ve baş
ağrılarının yok olmasını istiyorlar. Oysaki sorunun bedensel ve
ruhsal bir bütün olduğunu görmeyip, sadece bedensel belirtileri
yok etmeye çalışmak hiçbir işe yaramıyor. Bir belirtiyi yok
ettiğimizi zannederken, belirtiye neden olan sorun giderilmediği
için farklı bir zamanda aynı bedensel şikâyet ya farklı bir
organa ya da farklı bir sisteme ait belirtilerle karşımıza
çıkıyor; panik atak, depresyon, kurdeşen, belki astım belki
migren krizleri, kim bilir belki de hipertansiyon… Pek çoğumuz
bu günkü halimizle parçalarımızı reddedip, inkar eden, kendimize
ait parçaları görmezden gelen, kendimizi gittikçe küçültüp,
güdük bırakan insanlar haline gelmiş durumdayız. Bizler
kendimizi sadece zihinsel bir varlık olarak görüyor, fiziksel
varlığımıza; yani bedenimize gün geçtikçe daha da
yabancılaşıyoruz.


Geştalt
terapi kurucusu Perls “Bir buğday tohumu daima buğday olmaya
çalışır, çavdar değil.” derken bütün organizmaların kendini
gerçekleştirme ve büyümeye doğru yöneldiğinden söz ediyor.
Biliyoruz ki; eğer işine karışılmazsa her organizma büyümek ve
gelişmek için kendini ayarlama yeteneğine sahip. Bir ihtiyacın
ortaya çıkması ile homeostatik denge bozuluyor, nörovejetatif
sistem uyarılıyor, bir gerginlik yaşanıyor. Bu ihtiyacın fark
edilip, çevreye yönelerek giderilmesiyle organizma yeniden
dengesine kavuşuyor. Kimilerinin sorduğu gibi; korktuğumuz için
mi kalp atışlarımız hızlanıyor ya da kalp atışlarımız hızlandığı
için mi korkuyoruz? Tavuk mu yumurtadan çıkıyor, yumurta mı
tavuktan?

Vücudun bu şekilde cevap vermesinin sebebinin eskiden
düşünüldüğü gibi sadece zihin veya sadece duygular olmadığını
artık biliyoruz. Beden ve zihin aynı anda işbirliği yapıyor.
Biliyoruz ki; beden-zihin ya da zihinsel-bedensel ayrımı yapay
bir ayırımdır ve insanoğlu bedensel- zihinsel bölünemez bir
yapıya sahiptir. Bir insan susadıysa bu bedensel bir eksiklik
olarak hissediliyor, bir duyum oluşuyor, aynı anda zihinde de
tamamlayıcı bir imaj ortaya çıkıyor, mesela kişinin gözünün
önünde bir bardak su imajı beliriyor. Kişi eksiği tamamlamaya
yöneliyor, su içiyor. Susuzluk giderildikten sonra bu eksiklik,
duyumlar ve su imajı hepsi birlikte yok oluyor. Bir
anksiyete
atağı; nefes alma zorluğu, nabız atışlarında hızlanmayla, derin
bir üzüntü ise; kalp ağrısı ve gözlerin yaşarmasıyla beraber
ortaya çıkıyor. Bizler organizmamızın verdiği doğal
reaksiyonları ve ihtiyaçlarımızı kabullenmeyerek; sıklaşan
nefesimizden ve kalp çarpıntılarımızdan, göğsümüzdeki sıkışma
hissi ve gözyaşlarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz.

Bir
ihtiyacın hiçbir zaman bastırılamadığını, bastırılanın sadece bu
ihtiyacın çeşitli ifadeleri olduğunu dikkate almıyoruz. Biz bir
tarafı bastırıp engellerken, kendiliğimizi ifade edişimizde,
duruşumuzda, hareketlerimizde, ses tonumuzda ya da bedenimizde
başka bir yerde ortaya çıkıyor. Artık biliyoruz ki; bir
organizma bir uyaranla aktive edildikten sonra her hangi bir
nedenle eyleme geçememişse bir türlü doyuma ulaşamıyor, böyle
olunca fizyolojik süreçler de normale dönemiyor. Eğer bu durum
yinelenerek devam ederse fizyolojik değişikliklerin bir kısmı
kalıcı hale geliyor ve normale dönüş olmuyor.

Perls,
Hefferlein ve Goodmann, “Çocukluğumuzdan beri bedenimizdeki
pek çok duyumu önemsememeyi, ciddiye almamayı öğreniriz.”
diyorlar. Bizi üzen bir şey varsa; ağlamak isterken kendimizi
duyguların gidişatına bırakmak bize pek de uygun gelmiyorsa,
kendimizden beklediğimiz şey duygumuzu reddedip, onun ortaya
çıkmasına izin vermemek oluyor, belki ağlamıyor, gözyaşlarımızı
tutuyoruz, bununla beraber ortaya çıkan diğer fizyolojik
değişiklikleri yok edemiyoruz. Biliyoruz ki kabul edilmeyip
sürekli görmezden gelinen, reddedilen ihtiyaçlarımız karşılanmak
üzere orada bekliyor. İhtiyaçlarımıza duyarsızlaşmak ya da
etkisiz yollarla karşılamaya çalışmak onların yok olmasını ya da
doyurulmasını sağlamadığı gibi bizim ahengimizi bozuyor ve
sonunda bir rahatsızlık tablosuyla karşımıza çıkıyor.

Beden ve
zihnin esas olarak işbirliği ve uyum içinde çalışan yapılardır.
Terapi ise bu ayrılmış ve kabullenilmemiş parçaları birleştirip,
kişinin reddettiği parçalarıyla bütünleşmesinin yeniden
sağlanacağı bir süreç olmalıdır. Beden dili; nabız atışının
yükselmesi, solunumda hızlanma, ağızda kuruma, cildin soğuması
ya da ani bir ısı artışı, terleme, uyuşmalar, donukluklar, ya da
organlara özgü şikayetler gibi ortaya çıkan fizyolojik
değişikliklerin yanı sıra, bir kişinin o anki çevresiyle
iletişimde olduğu jest, mimik, hareket, davranış, ses tonu,
ifade gibi bütün yolları içerir. Bedensel belirtiler sözel
olarak kişinin ilettiğinden çok daha ciddi, dikkate değer ve
hassas anlamlar taşıyan duyumlardır. Simkin bu bedensel
belirtileri “gerçeğin sinyalleri” olarak adlandırır.

Tekrarlayan bedensel şikayetlerimiz konusunda, hekimimiz bize
bunun ruhsal bir kökeni olabileceğini söylüyorsa onun bu
görüşünü diğer tedavi önerileri gibi dikkate almak, kendimize
karşı olan önemli sorumluluklarımızdandır. Sağlıklı bireyler
olabilmek için bedenimizi önemsemek, ortaya çıkan bedensel
belirtilerimizin bizim için ne anlama geldiğini ayırt etmeye
çalışmak, beden dilimizi, kendimizi keşfetmek; gerçeğin
sinyallerine hak ettiği değeri vermek büyük bir önem
taşımaktadır. Şimdi lütfen kendinizi nasıl tanımladığınıza ve
bedensel şikayetlerinize geri dönüp bir kez de farklı bir gözle
bakın, bedensel şikayetinizi daha etraflıca tanımlayın, bu
şikayetinizin sizde hangi duyguları uyandırdığını anlamaya
çalışın, duygularınızla düşüncelerinizin ve davranışlarınızın
nasıl bir uyum ya da uyumsuzluk içinde olduğunu gözden geçirerek
bedensel şikayetinizin sizin için tam da neyi ifade ettiğini
keşfetmeye çalışın. Parçalarımızla bütünleşmenin, kendimizle iyi
bir temasın; duyum, zihin, davranışlar ve dış dünya ile uyum
sağlayabilmenin bizlere sağlıklı olmanın anahtarını sunacağını
unutmayın.

KAYNAKÇA ve DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN
-
Brautigam, W. & Christian, P. (1978). Psikosomatik Tıp (Çeviren;
Özbek, A & Odağ,C.) Ankara Yargıcıoğlu Matbaası
-
Clarkson, P. (1991). Gestalt Counselling in Action. London: Sage
Publications
-
Clarkson, P. & Mackewn, J. (1993). Fritz Perls. London: Sage
Publications.
-
Daş, C. (2006). Bütünleşmek ve Büyümek: Geştalt Terapi
Yaklaşımı. Ankara: HYB Yayıncılık
-
Kepner. J.I. (1987). Body Process. San Francisco. Josey-Bass
Publishers
-
Malfait.R. Wollants.G. (2005). The
Body as a Guide Gestalt Journal of Australia and New Zealand 6
(1) 21-28.
-
Passons, W.R.(1975). Gestalt Approaches in Counseling. New
York: Library of Congress Catologging in Publication Data
-
Perls, F. S. (1969). TGestalt Therapy Verbatim. Lafayette
Calif. Real People Press
-
Perls, F. (1973). The Gestalt Approach and Eye Witness to
Therapy USA Science and Behaviour Books
-
Perls,F.S., Hefferlein,R.F.&Goodman,P. (1951/1976) Gestalt
Therapy; Excitement and Growth in the Human Personlity Great
Britain: The Guernsey Press Co
-
Yontef, G. (1993). Awareness Dialogue and Process. Highland,
NY: The Gestalt Journal Press
Web sayfasının dizaynı Aytuna Devrim Canbul tarafından
yapılmıştır. |